17 Nisan 2015 Cuma

“Ankara Bürokratı” Olmak…

“Ankara Bürokratı” Olmak…

Bürokrat olmak harika bir iş gibi görünür uzaktan. Masa başında kararlar alan, o kararları uygulamakla sorumlu olan yereldeki uygulayıcılar ne yaparsa yapsın gerisini artık, diyerek o kararı aldıktan sonra yan gelip yatan ve maaşını düzenli alıp, keyfine diyecek olmayan insanlar olarak görünür. Bazı durumlarda doğruluk payı da vardır, her işte, her sistemde eksiklerin bulunduğu gibi…
Bilinmeyen tarafları da vardır bu rahat ve güzel tablonun.

Ankara’dasınızdır. Türkiye'nin işleyişine dair her türlü kararın, ilgili merciince alındığı komuta merkezinde. Parayla ilgili, enerjiyle, havayla, suyla, ticaretle ilgili karar alınacaksa birçok kurum koordine olur, konunun uzmanı ve yetkilisi kişiler bir araya gelir, ülkenin o konudaki yolunu çizer. Olabildiğince, ekibin vizyonuna bağlı olarak uzun vadeli perspektifler oluşturulmaya çalışılır.

Kararlar alınır, Resmi Gazete’de yayımlanır. Ülke genelinde uygulamasının nasıl yapılacağına dair hareketlenmeler başlar. Genellikle dünya örneklerini de inceleyerek bir adım ileri götürmeye çalışan ekibin düşündükleri, değişimlere çok da açık olmayan ve süregelen bir işleyişi olan yereldeki rutinlerle çarpışmaya başlar. Birimin yerel idarecisi işin en zoru olan cephe kısmındadır. Yeni bir uygulamaya tüm duyargalarını kapatmış elemanlarını ya da ilgili mevzuatın konusu olan iş kolunu bu yeni döngüye sokmanın zorluğu ile, bir an önce sistemin işlemesini bekleyen merkezin baskısı arasında sıkışır kalır. Ankara bürokrasi haberleri de heyecanla beklenir. 

Ankara söyler, gel kolaysa burada yap eleştirileri başlar. Oysa bazıları için Ankara yüktür omuzda. Eğer işin içinden geliyorsa hele kararı alan, Resmi Gazete günü karnı ağrımaya başlar. Bilir uygulayanların nelerle karşılaşacağını. Yerelde çalışan, bir kişilik çeker sıkıntısını, Ankara’yı sırtında taşıyan, her bölgenin, her ilin, her köyün sıkıntısını yaşar işler düzene girinceye kadar.
Biz babamın: “Devlet, milletinin şefkat kapısıdır kızım. Vatandaşın her talebini büyük bir sabır ve özenle karşılayıp, memnun etmeden göndermemek gerek. Canı dara düşmeyen, zaten devlet kapısına çıkıp gelmez” düsturu ile yetiştirildik.  Memuriyete başladığım 1998 yılında yine sınavla girmeme rağmen, usta-çırak şeklinde öğrendik biz işleri. Şubedeki büyüklerimiz bizi alır, yazışma şeklinden davranış ve konuşma şeklimize, bize birer örnek olurlardı. Devletin kullandığı bir yazışma dili vardır, ağırlığı vardır öğretilir önce. “Bilindiği üzere…” diye başlayan cümleler, “…yapılmış olup ….uygun olduğu mütalaa edilmektedir” diye devam eder, “Bu itibarla…” diye bitirilir. Oturuşu kalkışı, giyimi kuşamı devleti temsil eder nitelikte olmalıdır devlet memurunun diye öğretildi hep.

Ailede de devlet bu kadar yüce bir yerde tutulduğundan, insan taş ocağı yada bor yağı kullanan fabrikaya denetime gittiğinde bile kot pantolonla gidemez olur, ütülü pantolonun paçalarından yağ akarak çıkar tesisten ister istemez J

Bilenler bilir; aslında öyle çok geleneksel sayılmam, eski kelimeleri kullanmayı hiç sevmem, ama söz konusu devlet olduğunda, temsil etmek dünyanın en önemli işi oluverir, işin rengi değişir.
İlk yurt dışı görevimde,  insanlar baktıklarında karşılarında beni değil, Türkiye’yi görüyorlar düşüncesi öyle bir sorumluluktu ki, diğer ülkeden katılanlar lobide sohbet ederken ben bütün geceyi sunumuma hazırlanarak geçirmiştim. Ertesi gün, sunum sırasında giriş cümlemden sonra, “Sizin gülen yüzünüz yeter” cevabı, ülkelerin, bilgisinden çok görgüsü ve insani özelliklerinin toplantıları yönettiğini öğrenmemde ilk adım olmuştu.

Ankara bürokratıysanız, illere gittiğinizde müthiş bir ihtimamla karşılanırsınız, kurumunuzun ildeki en üst düzeyi ile muhatap olur, “merkez” e olan saygıyı ve bağlılığı iliklerinize kadar hissedersiniz. Çok güzel bir şey gibi görünür ama, orada ilgi gösteren tüm arkadaşlarınızın iş barışının, mutluluğunun merkezin kararlarına bağlı olduğunu bir kez daha çakar beyninize kalbiniz. Onları zor duruma düşürecek bir hatalı cümle, virgül konmamalı buyruğu anında iletilir bilinç altınıza.

Yıllar sonra yeni arkadaşlar başlar, zamanında ustaların öğrettiklerini onlara öğretme vakti gelir. İşin teorik kısmı öğretilir, arazisine gelir sıra. Koskoca bir dağın tepesindeki, yolda tarlalardan başka bir insan izi olmayan yerlerdeki taş ocağına gidilir örneğin.  O şartlarda çalışan bu ülkenin en kıymetlisi, işçilerle oturulur önce, hal hatır sorulur. Toprak gibi her yerinden derin yarıklar açılmış, çekingen ellerin, çok da ince belli olmayan, toz ve kir içindeki bardaklarda servis ettiği çay alınır, büyük bir keyif duyarak içilir. Ekip başı olarak gittiğin yeni arkadaşların “Hayır, ben bu pis bardaktan içemem” anlamındaki, “Çok teşekkür ederim, ben almiim” cümlesi, “Hiç olur mu, Mühendis adam taş ocağında çay içmeden gidemez” müdahalesi ile düzeltilirken, yenilere gayet tehditkar bir bakış fırlatılır işçilere çaktırmadan.  Denetim yapılır, dönüş yolunda “DEVLET BABA” anlatılır gençlere.
O işçi, Emre’ye, Fatma’ya, Mehmet’e getirmedi ki çayı, içmeyesiniz. O işçi için “DEVLET” ayağına geldi, o zor şartlarında, elindeki tüm imkanların en iyisini kullanarak “devlete yakışır bir saygı ile” ikram etti. Emre, Fatma içmez belki ama “devlet” o çayı içmek zorundadır. İçmeyecekse, kendi içebileceği şartları oradaki insana sağlamak zorundadır. Ülkenin şartları neye imkan veriyorsa onu yaşarsın sen de. Bunu yapamayacaksanız, hiç devam etmeyin bu işe! Sonraki fabrikada ikram boyalı mı boyalı bi renkli su, meyve suyu niyetine. Tepsi önünde bizim çocukların, gözleri bende J Dünyanın en güzel ikramıymış gibi alınıyor bardaklar, bir dikişte içiliyor gözler kapatılıp. İkramı yapan anlamadı, normalde evinden başka yerde bardak ve çatal bıçak kullanamayan, her şeyden tiksinen ben anlıyorum çocukların çektiği eziyeti. Aferin çocuklar, oldu bu iş !

Deneyim arttıkça, daha masa başı görevler gelir sonra. İşi yapan personelle, üst yönetimin farklı yönlerdeki baskılarının arasında kalınır. Özel sektörün en kallavi temsilcileriyle yüz yüze gelinir. 
Zaten ne bilir bunlar, 3 kuruşa satın alınır ön yargısını kırmak, bilginiz ve hayatınız boyunca sergilediğiniz vakur duruşla bile hiç kolay olmaz.

Daha anlatacak çok şey var aslında Ankara bürokratına dair, onlar da inşallah başka zamana.

Ankara bürokratı olmak havalı iştir vesselam. Omzunda yük değilse… Yapabilene!
“Ankara” kelimesine ülkenin tümünü yükleyenlerin, derdi memleket olanın gülen yüzünün altında, burnunun sızlayan direğidir Ankara.
Ankara bürokratıyla bir dahaki karşılaşmanızda, bu yazı aklınızdan geçerek merhaba deyin devlet kapısına. Hep iyilerle karşılaşın umarım hayatta.