17 Aralık 2014 Çarşamba

Bir Bulut-Yağmur Öyküsü



Bir Bulut-Yağmur Öyküsü





Beni çocukluğuma en çok yağmurlu, puslu havalar götürüyor sanırım. Yağmur en çok yeşile yakışıyor ya, farkında olmadan en çok yakışana götürüyor mutlu olma güdüsü.

Burada kasvete dönüşen durum, orman görüntüsü ile bir anda masalımsı bir hale dönüşüyor. Bulutla suyun ayrılma ve buluşması kalemden dökülüyor bir bir…

Bulutlar, içindeki suyu büyük bir hevesle yeşile düşürmek için biriktiriyor bence. O yeşile düşürecek, yeşil onu büyük bir özenle ağırlayıp usulca bırakacak toprağa, yeşil de, toprak da bulutun suya sevdasından haberdar. Kadim dostun sevdası emanet üzerinde; öylesine kıymetli, öylesine nazlı su.

Bekleyen, bekleneni sabırla bekleyecek. Beklenen kendi olacak bir süre, tüm biriktirdiklerini benliğine katacak, daha güçlü, daha mutlu olacak, yaşamla buluşup öyle dönecek bekleyenine. Bekleyen de dönecek kendine, yaşamdan güç alacak, özlemle bekleyecek ayrı ayrı biriktirilen yaşanmışlıkların ‘bir’e dönüşüvermesini.

Hep böyle dingin değil tabii, ne öyle ki dünyada? Bazen aceleci bulut, öyle uzun uzun bekleyemeyecek ‘bir’ olmaya alıştığı sevgiliyi. Ondan bu kararmışlığı, bunca homurtusu. Gitmesin diye, suyu olanca sarmışlığı.
Su ise farkında; sonunda ‘bir’olunacak da olsa, sevenle sevilen ayrı ayrı ‘ben’ olmadığında ‘bir’ olamayacak hiçbir şey. Gitsin, sevilsin, öyküler toplasın, güneşle, toprakla selamlaşsın, eski dostlarla hemhal etsin, sonra çoğalsın gelsin.

Bulut kızgın, su haklı. Mecburen bırakıyor sevgiliyi kollarının arasından bütün hışmıyla bardaktan boşalırcasına , çaresiz.

Bulut ikizler burcu kesin. Bazen derviş, bazen 3 yaşında bir çocuk. Dervişse o gün, usul usul, adabıyla bırakır sevgiliyi, çağlasın, çoğalsın, yine bir olsun diye. Deli gibi yağarsa annesini bırakan çocuk huysuzluğunda o gün.

Su dönüp dolaşıp, dönüyor her seferinde buluta. Baharlar kışları, kışlar yazları kovalarken onlar mükemmel bir çift olmanın tadını çıkarıyor. Bulutun aşkının şahidi; toprak, ağaç, çiçek, böcek.
Dünya var olalı beri, yokmuş daha güzeli.
……
Bunlar gelip geçerken aklımdan, büyük çirkin binanın kirli camlarından -puslu değil-‘pis’li semalarına dönüyorum gri şehrin. Nasıl kaçmasın aklım her yağmurda, bu masallara?
Ben burada kaldıkça, binalar nefes aldırmadıkça, daha çooooook yeşil-yağmur hikayesi okursunuz bence bu sayfada : )
Yağmur büyük şehirlere yakışmıyor velhasıl; gitmek gerek, kalmak gerek…
 17.12.2014

16 Aralık 2014 Salı

Çocukluğumdan Kalanlar-1


Bazen anne, eş, çalışan gibi tüm etiketlerinden sıyrılmak istersin. 

Karadeniz'in en güzel sahil köylerinden birinde, çocukluğunun geçtiği anneannenin iki katlı, ahşap ve geniş bahçeli evinde, kuzinenin yanı başındaki kanepeden, dünyanın en güzel ve yeşil dağına sırtını yaslayan evlerin yağmurla yıkanışını izlemek istersin pencereden.

Camın önünde mırlayan kediyi alırsın usulcacık açıp pencereyi. Sobanın sıcağında, beraberce gevrersin zamanın bu köye,  aydınlık ve karanlık dışında hiçbir emare bırakmadığını keyifle fark ederek… Sadece akşam ve sabahtır zamanı belirleyen, başkaca hiçbir önemi de yoktur zaten.
İşleyen kusursuz düzeni yakından gözlersin. Bu mükemmel ve sonsuz işleyişte  “ben” ne kadar da küçülür gözünde, iliklerine kadar hissedersin. ‘Ben’in önemsizliği hiç bu kadar hafifletmemiştir seni.

Küçük, beyaz badanalı odada, çağla yeşili, sana 100 yıllık hissi veren eski, ama ihtişamlı oda kapısının ondan da eski olduğunu düşündüğün kolu, sadece anneannenin neler görmüş, geçirmiş tavrı ve herşey insan içinmiş  bilgeliği ile bakan gözleriyle karşılaşmak için açılır. Rakipsizce sevildiğini bilmenin şımarıklığı dolar, taşar içinden.

Kapı kapanınca, birlikte oturulan cam önü kanepeden sessizce izlenir o dinginlik.. Sonra birden sen 5 yaşında olursun, bilge kadın, çocukluğunun en hayatı bilen insanı.
Deden girer kapıdan hiç ölmemiş, o kadar canlı, kucağında annesini kendi doğarken yitiren minicik bir oğlak. Bilge kadın  “Garip” i biberonla nasıl doyuracağını gösterir.  Beraber uyursun, beraber oynarsın. O yıl anane ve dedeyle kalacak olmanın hüznü “Garip” garip şekilde kaybolmuş.

Bahar gelir, kuzunu otlatmaya gidersin ananeyle, dünyanın hiç sonu yoktur herhalde diye düşündüğün kırlara. Yanınızda öğlen yiyeceğiniz ve tadını bir daha hiçbir şeyde alamayacağın bi somun köy ekmeği, peynir ve zeytinle. Orada öğrenirsin bilge kadından; sessiz kaldığında kırdaki tüm yaşamın sesini duymayı ve ayırt etmeyi. Yılan yanından geçerken sadece su içmeye gittiğini, bakışırsan usulca, aslında yoluna gideceğini. Kaplumbağaların yumurtadan nasıl çıktığını, yağmurda salyangozların nasıl da tahta germelere çıktığını.  Sessiz ve acelesiz olman gerektiğini, aslında dünyanın hep aynı şekilde döndüğünü, sadece senin o düzeni ayrımsayacak hızda olman gerektiğini.

Bilge kadın, şımarık değil, sen de öyle ol istiyor. Birey ol, kendin yap istiyor. Dayının oğluyla sofrada öğle yemeği için kavga eden sen misin? Yok ikinize de bugün başka yemek diyor. Sofra kalkıyor. Boşuna bakma, dedenin vicdansız kadın diye söylenmesinden hiç medet umma,   gerçekten bir şey vermeyecek.  O gün öğreniyorsun yaptığın her şeyin bir karşılığı var.  Bu yüzden bi daha en ufak bir fikir ayrılığı bile yaşamadın ya kuzeninle. 

Kuzenle yeşilin içine gömülmüş derenin yanında sabahtan akşama, balık tutarken, aldırmıyorsun balığa gidebilme şartının ‘solucanları sen takarsın ama!’ oluşuna.  Tüm acıma hissini, iğrenme hissini, nasıl yaaaa hissini kaybedecek kadar büyük bi ‘nirvana’ hali çünkü o suyun kenarı, o sessizlik... Hangisi hangi kuş, kaç tane çekirge var, ötüşlerinden bilerek geçirilen kaç gün var hafızanda.  Yağmurda hadi başak tarlasına gidelim diye kaçtığınız ve iliklerinize kadar ıslandığınız gün yediğiniz sağlam sopa, deli gibi güldüğün ve özgürlüğün dibini hissettiğin gün için fazlasıyla değerdi. Bak şimdi bile gülümsüyorsun işte.
Ve herkes gidince, yine ananeyle badanalı odada kalırsın. Kuzineye atılmış mis gibi kekin ve köy ekmeğinin kokusu çocukluğunun kokusu olur. Kuzuna sarılır, dünyanın en mutlu çocuğu olursun.
Yıllar geçer,
Bir gün gri şehirde yağmur yağar,
Hiçbir şey olmak istersin,
Sığınırsın çocukluğuna..
Anneciliğini oynadığın ‘Garip’ kucağında, yeşilliklere gömülmüş ahşap evin beyaz badanalı odasında, sıcacık sobanın yanı başındaki kanepede oturmuş, turkuaz mavisi boyalı pencereden bakarken, sadece anneni getirsin istersin hayat…
Beş yaşındasındır, her şeyin vardır şu anda. Bi de annen olsadır yanında…


NOT: Okuyanlar annemi kaybettiğimi düşünmüşler, şükürler olsun annem bizlerle birlikte. O yıllarda kardeşim yeni doğduğundan, bir yıl Şİle Kabakoz Köyünde ananem ile kalmıştım, sonrasında da her yaz tatili boyunca. Bu özlem o zamanlarda hissettiğim ve hala hatırladığım özlem...

DİPNOT:
NOT: Evin pencereleri turkuaz mavisiyken olan bir fotoğraf yok elimde. O evin gerçek fotoğrafını ekleseydin diyen arkadaşlar için idareten eklenmiştir. Evin nasıl bir yeşile gömülü olduğu ve balık tutulan derenin nasıl bir cennet olduğu umarım yansıyordur bu fotoğraflardan  :)